Makaleler

ANAYASA MAHKEMESİ NEZDİNDE BİREYSEL BAŞVURU YOLUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı yahut bir başka deyişle anayasa şikayeti, özellikle 2010 yılı referandumundan sonra Anayasa kapsamına dahil edilmesiyle birlikte sıklıkla duymaya başladığımız, fakat hakkında çok da fazla fikir sahibi olamadığımız bir konu. Toplumun bir kesimi tarafından olumlu karşılanan, diğer bir kısım tarafından ise şiddetle karşı çıkılan bu müessese tam olarak ne anlama geliyor ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan haliyle Türk vatandaşları açısından ne şekilde uygulanacak?
Genel olarak, anayasa şikayetinin varlık nedeni, bir devletin Anayasası kapsamında teminat altına alınmış bulunan temel hak ve hürriyetlerin yasama, yürütme ve yargılama erklerinden oluşan kamu gücü tarafından ihlal edilmelerini önlemek ve bir ihlalin mevcudiyeti saptandığında bunun giderilmesini sağlamaya yönelik karar almaktır. Bu bağlamda ise, Anayasada sayılı bütün temel hak ve hürriyetler içinden hangilerinin anayasa şikayetine konu edilebileceği de her ülkenin kendi kanunları tarafından belirlenmektedir.

Buna göre, ülkemizde 2010 yılında 1982 Anayasası’nda yapılan değişiklikler ile uygulamaya alınan anayasa şikayeti kurumunun hangi temel hak ve hürriyetler bakımından uygulama imkanı bulacağı 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un dördüncü bölümünde belirlenmiş durumda. Bu Kanunun 45. Maddesi uyarınca,

“Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.”

Böylece, kişiler Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru haklarını kullanırlarken Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasasında teminat altına alınmış olan her türlü temel hak ve özgürlüklerinin ihlalinden bahisle hareket edemeyecek olup; yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu sözleşmeye ek mahiyetinde olan, ülkemiz tarafından da kabul edilen protokoller kapsamında güvence altına alınan temel hak ve hürriyetlerin ihlali sebebi ile Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunabileceklerdir.

Burada doğal olarak, Anayasa Şikayeti ile sağlanmak istenen menfaat konusunda zihinlere bazı sorular gelmektedir. Madem ki, Anayasa Mahkemesi’nin temel amacı kanunların ve kamu gücü işlemlerinin TC. Anayasasına uygunluğunu denetlemektir, o zaman denmelidir ki Anayasa Mahkemesinin varoluş nedeni TC. Anayasası’nı korumaktır. Anayasayı korumak ise, öncelikli olarak Anayasa ile kişilere tanınmış temel hak ve hürriyetlerin korunmasını gerektirecektir. Bu bağlamda, Anayasa’da yer alan temel hak ve hürriyetler arasında bir ayrım gözeterek, bu haklar arasından yalnızca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleri kapsamına da dahil olanların bireysel başvuruya konu yapılabileceğinin kabulü sebebi ile Anayasa Mahkemesi’nin öncelikli olarak TC. Anayasasını değil de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini koruduğunu düşünmek bir yanılsama olmayacaktır.

Amaç vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini korumak mıdır, yoksa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye Cumhuriyeti aleyhine yapılan bireysel başvuruların sayısını azaltmaya çalışmak mıdır?

İnsan hakları hem anayasal yani devletsel; hem de uluslararası yani devlet üstü bir kavramdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin getirdiği en önemli güvence kişinin temel haklarının uluslararası düzeyde korunmasının sağlanmasıdır. Bu sözleşme ile kişi, insan haklarının devlet otoriteleri tarafından ihlal edildiğinden bahisle, bu haklarının müdafaasını uluslararası yargı merciine belirli koşullar altında başvurmakla talep etme hakkına sahip olacaktır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi anılan uluslararası merciiler içinde yaptırım kuvveti en yüksek olanıdır. Mahkeme, aleyhine başvuruda bulunulan devlet tarafından Sözleşme yahut Ek Protokoller ile teminat altına alınmış insan hak ve hürriyetlerinin ihlal edildiği kanaatine varırsa,  bu ihlalin ortadan kaldırılmasına ve ihlal sebebi ile başvurucunun maruz kaldığı zararın tazminine hükmetmektedir.  Mahkeme tarafından verilen kararlar taraflar için bağlayıcı niteliktedir.

Sorumuza dönecek olursak, Türkiye’nin AİHM’den aldığı puanların çok parlak olmadığından bahsetmek gerekir. Türkiye AİHM nezdinde en çok ihlal başvurusu alan ülkelerden biri olmak sıfatını uzun yıllardır korumaktadır. Öyle ki, 2010 yılında Hürriyet Gazetesi’nde çıkan bir habere göre; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), 2009 yılında en fazla mahkumiyet kararının Türkiye aleyhine verdiğini ve Türkiye’nin, Mahkemeye yapılan şikayet sayısı bakımından ise beşinci sırada olduğunu söyleyebiliriz.

Hal böyle olunca, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılmasının altındaki temel gayenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye aleyhine yapılacak başvuru sayısının ciddi oranda azaltılmasının sağlanması olduğu daha kabul edilebilir bir zemine oturuyor. Zira ihlal kararlarının büyük bir kısmının neticesinde Mahkeme tarafından devlet aleyhine tazminata da hükmolunuyor.

Peki bize, anayasa şikayeti kurumunun Türkiye’de uygulamaya konmasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru bakımından bir engel teşkil edeceğini düşündüren nedir?

Öncelikli olarak, AİHM’ne bireysel başvuru hakkının kullanılabilmesi için tüm iç hukuk yollarının tüketilmiş olması şartının gerçekleşmesi gerekliliğinden bahsetmekte fayda görmekteyim. Buna göre, eğer söz konusu ihlal ile ilgili olarak Türkiye’de başvurulabilecek bir kanun yolu varsa öncelikle bu yolun tüketilmesi ve arzu edilen sonuca ulaşılamaması, yani ihlalin mevcudiyetinin kabul edilmeyerek ihlalin giderilmemesi gerekmektedir.

2010 Referandumu ile yapılan Anayasa değişikliği öncesinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılması müessesesinin mevcut olmaması sebebi ile temyiz yahut karar düzeltme yollarından geçerek kesinleşen kararlara karşı süresi içinde direkt olarak AİHM’ne başvuru yapılması mümkün iken, yapılan değişiklikler ile artık ihlaller bakımından son iç hukuk yolunun Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru olmasından bahisle bu yol tüketilmeksizin AİHM’ne başvuru yapılması mümkün olmayacak.

Bunun sakıncası nedir?

6216 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un Kararlar başlıklı 50. maddesinin ikinci fıkrasına göre;

“Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

Yani bu düzenlemeye göre, bir temel hak ve hürriyetinizin ihlal edildiğinden bahisle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilmeniz için en olumlu haliyle aşağıdaki aşamalardan geçmeniz gerekmektedir:

1) Elbette ki ilk olarak mevcut bir davanızın bulunması,
2) Bu dava sonucunda bir temel hak ve/veya hürriyetinizin ihlal edilmiş olması yahut ihlal sebebi ile açmış olduğunuz davanızın reddi,
3) Reddedilen yahut hak ihlali yapılarak verilen kararın temyiz edilmesi,
4) Temyiz sonucunda da istenen sonucun alınamaması halinde karar düzeltme başvurusu yapılması,
5) Karar düzeltme neticesinde olumsuz bir sonuç alınması halinde (Eskiden direkt olarak AİHM’e başvuru yapılabiliyorken, yeni düzenlemeler ile öncelikle) Anayasa Mahkemesi’ne anayasa şikayeti başvurusu yapılması,
6) Anayasa Mahkemesi’ne yapılan anayasa şikayetinin de olumsuz neticelenmesi halinde, AİHM’e bireysel başvuru yapılması

Fakat Anayasa Mahkemesi tarafından bir ihlalin tespit edilmesi halinde yukarıdaki kanun hükmü uyarınca, zararınızın tazmini için ya yeniden dava açmanız ya da davanızı gören mahkemede yeniden yargılama yapılması gerekeceğinden tüm süreci birinci maddeden itibaren sil baştan tamamlamanız gerekecek.

Türkiye’de, her ne kadar son zamanlarda yapılan kanunun değişiklikleri ile yargılama süreci kısaltılmaya çalışılsa da, bilindiği gibi, bir davanın görülüp, kararın kesinleşmesi en iyi ihtimalle iki-üç sene sürmektedir. Bu noktadan değerlendirildiğinde ise, yukarıdaki açıklamalar ışığında denebilir ki, ciddi bir hak ihlali ile karşılaşmanız halinde AİHM’e başvurmaksızın zararınızı tazmin etmeniz en olumlu ihtimalle yaklaşık olarak on yıl kadar zaman alacaktır.

Akıllara şu soru gelebilir; Kanunda Anayasa Mahkemesi’nin de tazminata hükmedebileceği yazılıyken biz neden bu ihtimali göz ardı ediyoruz ve Anayasa Mahkemesi’nin diğer alternatiflerden birisine hükmetmesiyle sürecin uzayacağını düşünüyoruz?

Çünkü; yargılama makamı her ne kadar bağımsız da olsa bir devlet erkidir, hayatın olağan akışı gereği başka alternatifler mevcutken bir devlet erkinin devleti tazminat ödemeye mahkum etmesi sıklıkla rastlanabilecek bir durum olarak kabul edilemeyecektir. Kaldı ki, 6216 S. Kanun ile belirlenen şekliyle Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde en etkin roller T.B.M.M ve Cumhurbaşkanı tarafından paylaşılmaktayken, Yüce Mahkeme’nin devlet aleyhine tazminata hükmetmesini beklemek oldukça ütopik bir fikirden ibaret kalacaktır.

Düzenlemelerdeki tüm sorun, ne yazık ki, yukarıda sayılanlardan ibaret de değil. Farz edelim ki, tüm ön şartları tamamladınız ve Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkınızı kullanma aşamasına geldiniz. Bu zamana kadar elbette ki, uzun yargılama süreci sebebi ile yıprandınız ve bu noktaya gelene kadar epey de masraf yaptınız. Ancak yapılan masraflar bununla bitmiyor. Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aksine, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurular 6216 Sayılı Kanun’un 42/2. maddesi uyarınca harca tabii.

Başvurunuzu harca tabii olarak yapmışsanız ve başvurunuz ön inceleme neticesinde kabul edilmişse, sıradaki aşama temel hak ve hürriyetlerinizin kamu gücü tarafından ihlal edildiğine dair yapmış olduğunuz başvurunuzun bilgi vermek amacıyla, Mahkeme tarafından Adalet Bakanlığı’na gönderilmesi olacak. Adalet Bakanlığı da gerek görmesi halinde, 6216 Sayılı Kanun’un 49/2 maddesi uyarınca görüşünü yazılı olarak Mahkeme’ye bildirecek. Bu demektir ki, bir kamu erki tarafından gerçekleştirildiğini iddia ettiğiniz ihlal hakkında bir başka kamu erki olan Adalet Bakanlığı tarafından olumlu ya da olumsuz bir görüş beyan edilecektir.

Tüm bu süreci tamamladınız, başvurunuz ön inceleme neticesinde kabul edildi, Adalet Bakanlığı’na başvurunuz hakkında bir bilgi verildi ve Bakanlık dosyanız hakkında görüşünü yazılı olarak Mahkeme’ye bildirdi. Neticeten, dosya üzerinden yapılan inceleme sonucu, ne yazık ki başvurunuzun yerinde olmadığına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında koruma altına alınan herhangi bir temel hak ve hürriyetinizin ihlal edilmediğine karar verildi. Yani, kamu gücünü yargıya haksız yere şikayet etmiş oldunuz.

Bu durumda, elbette ki, dava sonucu haksız bulunan taraf üzerinde bırakılan yargılama giderleri sizin üzerinizde bırakılacak ve fakat yapmanız gereken harcama ne yazık ki bununla kalmayacak. Zira, 6216 Sayılı Kanun’un 51/1. maddesi gereği hakkınızı kötüye kullanmış sayılacağınızdan yargılama giderlerinin yanı sıra 2.000 TL.’den fazla olmamak üzere disiplin para cezasına hükmedilmesi kuvvetle muhtemel.

Kanun haksız bulunan başvurularda, başvuruların hakkın kötüye kullanılması amacıyla yapılmış olması halinde tazminata hükmedilmesini emretse de, hangi durumların hakkın kötüye kullanılması sayılacağı bir belirsizlik teşkil ediyor. Reddedilen her başvuru herhangi bir ihlal olmadığının Anayasa Mahkemesi tarafından karar altına alınmış olacağı düşünüldüğünde, ihlalin yokluğu, ihlal başvurusunun hakkın kötüye kullanılması sureti ile yapıldığına bir karine teşkil edecek mi? Bu sorunun yanıtı ne yazık ki şimdilik muamma.

Kanaatimce, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu bizzat bu mahkemenin kuruluş kanunu ile engellenmiş durumda. İhlalin mevcut olmadığı gerekçesi ile reddedilen her başvurudan hakkın kötüye kullanılması gerekçesi ile temin edilecek 2.000 TL. disiplin para cezasının ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ihlal gerekçesi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine hükmedilen tazminatlar için oldukça kullanışlı bir biçimde fon teşkil edebileceği de salt benim aklıma gelen dahiyane bir fikir olmasa gerek.

Bu noktadan değerlendirildiğinde ve herkesin dilekçe yazma hakkının mevcudiyetinden bahsedilip, Anayasa Mahkemesi’nde yapılan yargılamanın da de dilekçe ile yapılan başvuruyu değerlendirmekten ibaret olduğu düşünüldüğünde 6216 Sayılı Kanun’un başta açıkça dilekçe yazma hürriyetini ve buna bağlı olarak hak arama hürriyetini cezalandırmış olduğundan, bu cezanın ise doğası gereği insan hakları ihlalinin ta kendisi olduğundan bahsedilemez mi?

Ne yazık ki, yukarıda değinmeye çalıştığım tüm sorun ve soruların cevaplanıp çözümlenmeleri için bir süre daha beklememiz gerekiyor çünkü 6216 Sayılı Kanun’un Anayasa Şikayeti’ni düzenleyen ilgili maddeleri 23 Eylül 2012 tarihinden sonra yürürlüğe giriyor.

Av. Şefika PALASKA - Av. Ezgi YAVUZ
                           Nisan 2012
Makale Listesine Dön